5 Mayıs 2016 Perşembe

JOHN STEINBECK HAKKINDA

JOHN STEINBECK

4492_john-steinbeckJohn Steinbeck; 27 Şubat 1902 tarihinde doğan, Pulitzer ve Nobel ödüllü ABD’’li yazardır. Vefat ettiği tarih olan 20 Aralık 1968’’e kadar, edebiyat dünyasının içinde önemli bir yer almış, sinemaya uyarlanan pek çok eserin sahibi, dünyaca ünlü bir romancıdır.
1902 yılında, Amerika Birleşik Devletleri’’nin Kalifornia eyaletinde doğmuştur. Irgat bir ailenin çocuğu olarak küçük yaşlarda çiftçilik yapmıştır. Annesi İrlandalı, babası Prusyalı olan ünlü yazar, Stanford Üniversitesi’nde öğrenim gördü. Ancak öğrenimini 1920 ve 1926 yılları arasında aralıklarla tamamlayabildi. Eğitim hayatını sürdürebilmek için ise duvarcılık, boyacılık gibi ustalık gerektiren işlerde, kimi zaman ise eczacıların yanlarında çırak olarak çalıştı. Küçük yaşlarından beri yazmaktan hoşlanan Steinbeck, hayatı boyunca edindiği deneyimleri gerçekçi bir dille kaleme almaya başladı. İşçilerin ve ırgatların yaşamları, karşılaştıkları zorluklar, ilişkileri ve yaşam koşulları, ünlü yazarın en çok değindiği konulardı.
1929 yılında Altın Kupa adı ile ilk kitabını çıkardı. 1936 senesinde tarım işçilerinin grevlerini Marksist bir bakış açısı ile yansıtan Bitmeyen Kavga adlı romanını piyasaya sürdü. Belki de en çok bilinen kitabı Fareler ve İnsanlar, yazarın üçüncü kitabı idi ve 1937 yılında çıkarıldı. Fareler ve İnsanlar romanında iki işçi arasındaki ilişki, yaşadıkları ağır şartların altında kaleme alındı ve okuyucuya anlatıldı. Gazap Üzümleri adlı dördüncü eseri, 1940 yılında yazıldı ve kısa süre içinde sinemaya uyarlandı. Büyük başarılara imza atan, büyük kitlelerce okunan ve beyazperdeye aktarılan Gazap Üzümleri, Steinbeck’e Pulitzer Ödülü kazandırdı. Eserlerinde toplumu eleştiren, Amerika’daki ekonomi ve çalışma düzenini sorgulayan ünlü yazar, II. Dünya Savaşı yıllarında daha çok ideolojik romanlar yazdı. 1962 senesinde başarı dolu yaşamı ve edebiyata olan katkılarından dolayı kendisine Nobel Edebiyat Ödülü verildi.
1968 yılında New York’ta vefat etti.
Roman türündeki diğer eserleri:
*Bilinmeyen Bir Tanrıya,
*Aysız Geceler (1942),
*Ay Battı (1944),
*Sardalye Sokağı (1945),
*İnci (1947),
*Aşk Otobüsü (1947),
*Alev (1950),
*Cennet Yolu (1952),
*Tatlı Perşembe,
*Pippin 4′ün Kısa Süren Saltanatı,
*Mutsuzluğumuzun Kışı,
*Kaygılarımızın Kışı,
*Acı Hayat,
*The Acts of King Arthur and His Noble Knights.
Düzyazı türündeki diğer eserleri:
*The Log from the Sea of Cortez,
*Bobs Away: The Story of a Bomber Team, A Russian Journal,
*Bir Savaş Vardı,
*Travels with Charley,
*Journal of a Novel: The East of Eden Letters,
*Amerika ve Amerikalılar.
Öykü türündeki diğer eserleri:
*Kasımpatıları,
*The White Quail, Flight,
*The Snake, Breakfast,
*The Raid,
*The Harness,
*The Vigilante,
*Johnny Bear,
*Al Midilli (Kırmızı Midilli),
*The Murder,
*Saint Katy the Virgin.
Sinemaya uyarlanan diğer eserleri:
*The Forgotten Village (Unutulmuş Köy) (1941),
*The Moon is Down (1943),
*Lifeboat (Yaşamak İstiyoruz) (1944),
*A Medal for Benny (1944),
*La Perla (The Pearl, Meksika) (1947),
*The Red Pony (1949),
*Viva Zapata (Yaşasın Zapata) (1952),
*The Wayward Bus (1956),
*The Flight (1961),
*İkimize Bir Dünya (Of Mice and Men filminden uyarlanan Türk yapımı film) (1962),
*Topoli (Of Mice and Men filminden uyarlanan İran yapımı film) (1972),
*Cannery Row (Sardalye Sokağı) (1982).

GAZAP ÜZÜMLERİ HAKKINDA

  John Steinbeck'in tartışmasız en büyük eseri olan ve ona Pulitzer ödülünü kazandıran Gazap Üzümleri, 1939'da ilk kez yayınlandığında şok etkisi yaratmış ve büyük tartışmalara yol açmıştı. Tüm dünyayı etkileyen "Büyük Buhran" döneminde, tarımın kapitalistleşmesi ve krizler yüzünden yoksullaşan ve mülksüzleşen yığınların ayakta kalma mücadelesinin anlatıldığı bu destansı romanda Steinbeck, açlık, sefalet ve zorbalık yüzünden evlerini terk edip yollara düşmek zorunda kalan binlerce işçi ailesinden birine odaklanıyor.
   
   Boşa çıkan umutların, hüzne dönüşen sevinçlerin arasında insanlığın direncini ve onurunu çarpıcı bir dille anlatan, kapitalizmi iliklerine kadar eleştiren Gazap Üzümleri, 20. yüzyılın en önemli eserlerinden biridir.


KİTABI ALMA MACERAM

Okumam gereken kitabın Gazap Üzümleri olduğunu öğrendiğim hafta, perşembe günü gidip Kadıköy'den kitabımı aldım. Bilerek Ümraniye'nin içini dolaşan otobüse bindim ki kitabı okuyabileyim diye. Neyse oturdum, okumaya başladım kitabı. Başları bana gerçekten sıkıcı geldi. Bir ara kitabı bıraktım uyudum, uyandım, tekrar okudum. Ben Gazap Üzümleri'ni en başından akıcı bir kitap sanıyordum, yani zaten akıcı da başta sıkıldım biraz. Neyse, sonra kitabın kapağına baktım, "Üzüm ne alaka?" falan diye düşündüm. Ama şimdilerde kitabı bitirip üstüne biraz düşündükten sonra anlamaya başlıyorum. Şimdi ne anladığımdan falan bahsetmeyeceğim. Onu daha sonraki yazılarımda söylerim. Sonra nihayetinde eve geldim. Tabii ki vazgeçilmez kural, kitabın üstüne adını, soyadını, aldığın tarihi ve yeri yazmak. Neyse yazayım dedim ve nasıl dalgınlığıma geldi bilmiyorum. "Perşembe/İSTANBUL" yazacağım yerde kitabın üstüne "Perşembe/Pazartesi" yazdım.



 Hayır ne alaka pazartesi onu da bilmiyorum. Zaten bu yaptığımla ablam ve arkadaşlarımın dalga konusu oldum, o ayrı mesele. Ama hiç düzeltmeyi düşünmedim. Bana anlam katan kitapla ilgili her zaman aklımda kalacak, hatırladıkça güleceğim bir anı.

BENİM İÇİN GAZAP ÜZÜMLERİ

Gazap Üzümleri, Kaliforniya'ya göç etmek zorunda kalan ailelerin, kapitalizm yüzünden yok oluşunu anlatıyor. Yayınlandığı yıllarda oldukça tepki alan ve ABD'de Kaliforniya insanını küçük düşürdüğü gerekçesiyle, uzun yıllar boyunca yasaklanmış bir kitap. Yasaklanması konusunda baskı yapanlar ise ABD'deki tarım şirketleriymiş. Zaten kitabı okuyunca neden böyle bir istekte bulunduklarını anlayabilirsiniz.
  İnsanlara türlü zorluklar yaşatarak topraklarını sattıran sistemin daha sonra o insanları kendi topraklarında 1-2 sent için işçi olarak çalıştırdığını, sanayileşmenin gelmesiyle ise topraklara traktörler sokup, insanların çiftçilik yapabilecek yere göçlerini acı, gerçekçi ve etkileyici bir biçimde anlatıyor.

  Kitap tabii ki tüm aileleri değil, Joad ailesini anlatıyor. Joad ailesi Oklahama'da yaşayan bir çiftçi aile. Joad ailesi, tıpkı diğer insanlar gibi en sonunda topraklarından göç etmek zorunda kalıyor. Onları yarı yolda bırakır mı bırakmaz mı bilemedikleri kamyonlarıyla umut yolculuğuna çıkıyorlar. Herkesin içinde heyecan, korku az da olsa umut var ama kimse hiçbir şey belli etmiyor. Kaliforniya'da iş olduğunu söyleyen el afişleri, Joad ailesinin umudu. Ama herkesin içinde vaat edilen zenginliğin Kaliforniya'da olup olmadığını sorguluyor.

  Joad ailesi, yolda bazı kayıplar veriyor, yeni insanlarla tanışıyor, zorlu, tehlikeli bir yolculuk yapıyor. Joadlar'ın yolculuğu bana kitabın en başındaki kaplumbağayı anımsatıyor. Arada dinlenmek için durduklarında yavaş yavaş insanlarla tanışa tanışa Kaliforniya'nın asıl yüzünü görüyorlar. Dağıtılan el ilanları artık yavaş yavaş içlerindeki umut ışığını söndürüyor. Ama yine de kimse birbirine bir şey belli etmiyor.

  Bu göç olayları bana şimdilerde sürekli göç halinde olan Suriyelileri hatırlatıyor. Kitabı okurken sürekli kafamda Joadları ve diğer aileleri Suriyeliler'e benzettim. Ne ile karşılaşacaklarından habersizler ama yine de korkusuzca göç ediyorlar. Şimdi buraya bir şeyler yazarken kendimi durduramıyorum, kitap benim gerçekten içime işlemiş bunu farkettim. Kitaptaki karakterler bana o kadar gerçekçi geldi ki bir süre sonra yaşadıkları şeylere nasıl tepki vereceklerini öngörmeye başladım. Bazı anlarda onlarla beraber gibiydim. Mesela Rozaşarn'ın doğum yaptığı zaman; doğum anından bahsederken, birden ısınıyordum ve sanki burnuma kan kokuları geliyordu ama adamların yaptığı setin yapılışını okurken yağmurun sesi kulaklarımdaydı, üşüyordum ve burnuma toprak kokusu doluyordu. Bir süre sonra baktım ki Joadlar'ın arkasındaki görünmez bir yolcuyum. Ailelerinin diğer ferdiyim. Ruthie ve Winfield'in oyunlarındaydım, anneyle beraber yemek yapıyorum sanki onlarla beraber portakal topluyorum, sanki insanlar tarafından beraber dışlanıyoruz.

   Kitabı okurken Joadlar yollarda kendi insanlarıyla karşılaştıkça anladım ki, ne varsa senin halinden anlayan insanlarda var. Fakir insanlara fakir insanlar yardım ediyor. Bir parça ekmeği varsa onu birbirleriyle paylaşıyor. Yani başka kimse onlara yardım etmiyor. Böylece çok sıkı bağlar oluşuyor aralarında. Aslında bu şekilde birleşseler, her şeyi atlatabilecek güce sahipler ama bunun farkında değiller. Yavru filler eğitilirken kalın bir zincirle kazığa bağlanırlar. Yavru filler zincirlerinden kurtulmaya çalışsalar da zincirleri sökmeleri imkansızdır. Yavru filler öncesinde bundan kurtulmak için uğraşır ve sonunda pes eder. Sonunda filler büyürler, zinciri isteseler koparabilirler ama böyle bir girişimde bulunmazlar. Çünkü özgürlüğüne kavuşamayacaklarını  düşünürler. Aslında kıramadıkları şey zincirleri değil inançlarıdır. Şimdi buna nerden geldin falan derseniz, işte Oki'ler de böyle. Bireyselken gerçekten hiçbir şey yapamazlar. Ama bütün olarak ayaklansalar, aşamaycakları şey yok bence. Keşke birlik olup sisteme karşı gelebilseler.


  İş ve yaşam şartları çok zor. İstisna olarak sıcak suyun bile olduğu kamp beni çok şaşırttı. Joadlar henüz oraya yerleşmeden önce kitap, Joadlar'ın oraya yerleşip rahat rahat yaşamasıyla bitecek sanıyordum. Ama bu son beni kesinlikle etkilemezdi. Yani öyle bitseydi şu an bu kitaba karşı bu kadar yoğun şeyler hissediyor olmazdım.



Kitabın sonu sizi bu sefer de çekilen açlıkla başbaşa bırakıyor. Kitabın son sayfasını okuduğunuz an; kitabı, kitabın özünü, asıl olayın, sorunun ne olduğunu anlıyorsunuz zaten. Ve arkasında o kadar çok soru işareti bırakıyor ki. Sürekli düşünüyorsunuz, mesela Connie ve Noah neler yapıyor, nasıl yaşıyorlar? İşte bunlar da bizim hayal gücmüze kalmış demek ki. Tek isteğim Noah'ın mutlu olması. Ondan çok az bahsetse de onu sevmiştim.



    Belki burada kendimi tam ifade edemesem de, size düşündüğüm her şeyi aktaramasam da John Steinbeck o kadar harika bir kitap yazmış ki, resmen içinize işliyor. Üstelik kitap çok durgun devam ediyor, karakterleri ön plana çıkaracak özellikleri yok, buna rağmen gerçekten büyüleniyorsunuz. Kitabı elinizden bırakasınız gelmiyor. Ve sonu... Ben kitabı bitirdikten hemen sonra uzun uzun duvara baktım, düşündüm. Kitabı bitirdiğimde sanki 10 yıl yaşlanmıştım. Kendimi yorgun hissettim. Sadece 557 sayfa bana hem hayatı sorgulattı, hem yeni insanlarla tanışmamı sağladı. Sadece 557 sayfa, yılların yorgunluğunu üstüme bıraktı. Şimdi hala Joadlar'ı içimde bir yerde yaşatıyorum. Gerçekten, bazı konularda, "Acaba burada olsalardı bu olaya nasıl tepki verirler?" diye düşünüyorum. Ve artık ben de kendimi bir Joad olarak görüyorum.




Bu arada 1940 yapımlı filmi de var:

GAZAP ÜZÜMLERİ

Yüreklerde Büyüyen "Gazap Üzümleri"

Kitabı ilk aldığımda acaba kitabın ismiyle bağlantısı ne, diye düşünmüştüm. Kitabı biraz okuyunca anladım ki Gazap Üzümleri, Okiler'in ruhlarında, yüreklerinde her geçen gün büyüyen, onları sıkıştıran, zorlayan acı ve beraberinde getirdiği gazap. Aç insanların yüreklerinde gazap üzümleri giderek büyüyor, ağırlaşıyor, çoğalıyor. Ama kimse bağ bozumunun yaklaştığını bilmiyor. Belki fırtına öncesi sessizlik. İşte bunu anladıktan sonra, kitabın büyüsü artıyor, daha anlamlı hale geliyor kitap. Bağ bozumu beni heyecanlandırıyor.

Karakter Tahlili

FİLM HAKKINDA

Az önce kitabın filmini izledim. Film güzel ama kitap kadar değil. Kitaptaki bazı sahneler filmde yok. Wilson ve Sairy'den de hiç bahsetmemiş. Eğer önce filmi izleseydim ne yalan söyleyeyim beğenmedim, derdim. Kitapta okurken gözlerimin dolduğu kısımlar niyeyse filmde bana aynı duyguyu yaşatmadı. Winfield ve Ruthie'nin tuvalette yaşadıkları olay, kitabı okurken beni biraz olsun duygulandırmıştı. Ama filmi izlerken o kadar kısa geçti ki sahne, hakkında düşünmeye ve haliyle duygulanmaya zaman olmadı. Bu sadece örnekti. Birkaç sahne için daha aynısı geçerli zaten. Bu yazının asıl amacı karakter tahlili yapmak ama yine de bu konuya değinmek istedim.

KARAKTER TAHLİLİ    

Kitabın en başından itibaren başlayacak olursam, tabii ki önce Tom hakkında bir şeyler yazmak istiyorum. Tom, fikir ve davranışlarıyla en sevdiğim karakterlerden biri oldu. Son derece cesur, ailesi ve sevdiği insanlar için yapmayacağı şey yok. Lider ruhlu. Ayrıca pratik, zeki, bazen sevimli. Dört dörtlük biri diyebilirim. Altından kalkamayacağı iş, cesaret edemeyeceği şey  yok. Haksızlığa gelemiyor,  ve haksızlıkla karşı karşıya geldiğinde asabileşiyor. Tom'un bazı huylarını annesinden aldığını düşünüyorum.
    Anne ise aynı Tom gibi lider ruhlu. Ailesini bir arada tutmak için yapmayacağı şey yok. Anne'yi de seviyorum. Cesur biri. Aslında benim için örnek insan. Güçlü duruyor, yıkılmıyor hem de hiç. O, kitabın sonuna kadar dik duruşlu, kararından dönmeyen, aldığı kararların ve söylediği sözlerin sonuçlarından asla kaçmayan biri. Belki de ailenin reisi. Tıpkı Tom gibi sevdiği insanlar için yapmayacağı şey yok. Anne Rozaşarn konusunda ise çok hassas. Her çocuğu onun için çok değerli ama Rozaşarn'a karşı daha farklı şeyler hissediyor bence. 
    Rozaşarn ise benim yerinde sinir olduğum, yerinde beraber üzüldüğüm narin karakterimiz. Çok hassas, insanlara çabuk inanıyor ve çok kırılgan. Connie'nin arkasından çok üzüldü ama daha dik durması gerekirdi bence. Bu yüzden pes etmeye yatkın biri, diye düşünüyorum. Yanında olsam ona herkese kolay kolay inanmamasını, kendini gidenlerin arkasından fazla yıpratmamasını söylerdim.
    John Amca'dan bahsedersem. Keşkeleri çok olan biri. Ama hayatı sürekli bu şekilde pişman olarak yaşamamalı. Bence aynı şekilde kesinlikle fedakar biri. Karısının ölümünden kendini suçlu tutması, bu olayın her zaman aklına gelmesi onu çok yıpratmış. Ama ölüm olayı onu daha iyi bir insana çevirmiş o ayrı mesele. John Amca hakkında söyleyecek fazla birşeyim yok. 
    Sonra Al'a gelirsem; Al, genç, özgür ruhlu biri. Buna rağmen sorumluluklarını biliyor. Kaliforniya onun için güzel bir hayal. Umarım en sonunda mutlu olmuştur.
    Winfield ve Ruthie. İkisini beraber almak istiyorum çünkü hep beraber anlatılmışlar. Onlarla ilgili karakter tahlilim yok aslında. Ama çok saflar, masumlar. Yaşadıkları olayın farkında değiller, zaten olmalarını da beklemem. Küçücük çocuklardan ne bekleyebilirsin ki zaten? Ama onlar olmasa Joad ailesi belki de bu kadar güçlü olmazdı. Onların içindeki neşe ve umut, göç sırasında ve göç sonrasında aileye destek oluyor. 
    Noah hakkında size ne söyleyebilirim bilmiyorum. Bence hayatında tek başına aldığı ilk kararı aileden ayrılmaktı. Bu onun için son derece cesur bir davranış. Zaten Noha hakkında başka bildiğim bir şey de yok. 
    Connie ise kesinlikle içimde kendisine karşı büyük nefret beslediğim karakter. Hayır yani niye hamile karını bırakıp gidiyorsun? Acaba şu an nerelerde ve ne durumda çok merak ediyorum. Öncelikle Connie hakkında korkak demek istiyorum. Sorumluluklardan kaçıyor, beş dakika önce sevdiği karısını nasıl böyle bir şey yapıp terkeder aklım almadı zaten. Rozaşarn'ı nasıl üzdüğün tahmin edemiyor muydu? 
    Casy benim gördüğüm en güçlü karakterlerden biri. Onu gerçekten çok seviyorum. Çok cesur ve çok fedakar. Yine aynı şekilde sevdiği insanlar için yapmayacağı şey yok. Her şeyin farkına diğerlerinden daha önce vardı. Onun için öngörüşlü diyebilirim. Sözleri, düşünceleri eminim ben gibi herkesi çok etkilemiştir. Her zaman kalbimdesin Casy. 
   Ve Baba, Baba hakkında söyleyecek fazla bir şey yok aslında. İnsanların yönlendirmesiyle oradan oraya sallanıp duruyor. Bence artık yorulmuş. Ailedeki görevini Anne yapıyor. Ama yine de babaya hiç kızmadım onu hep sevdim. Zaten Anne ile bir bütün olarak düşünülebilir.

3 Mayıs 2016 Salı

ACIMAK

Şimdi Mürşit'in mektuplarının hüznüyle doluyum. Gerçekten çok etkilendim. Birden fazla duygu aynı anda nasıl yaşanır bunu da öğrenmiş oldum. Her yazılan hatıra, beni  Mürşit'in nefretinden uzaklaştırırken Meveddet ve annesine duyduğum üzüntüyü de bir o kadar azaltıp, nefrete çeviriyor. Mürşit evlendiği ilk günleri nasıl güzel anlatıyordu. Kaynanasının isteklerinin altını sorgulamadan masum bir şekilde yerine getiriyordu. Ben yavaş yavaş ana-kızın ne mal olduğunu anlamaya başladım ama Mürşit hala aynı saflığında her isteklerini yerine getiriyor, hiçbir art niyet sezmiyordu. Daha rahat bir yaşam için Mürşit'e onca masraf çıkaran İstanbul isteğine ne demeli zaten? Sıla hastalığı yalanı uydurdular bir de Mürşit yine inandı. Aslında her şeyi iyi niyetinden kaybediyor Mürşit. İyi niyetli olmasın demiyorum, olsun ama böyle körü körüne... Kaynanam melek diyip duruyor. Hani diyorlar ya melek görünümlü şeytan diye. Heh, işte tam olarak bu kadını niteliyor bence. Sonra Mürşit'in aydınlanma sürecine gelirsek. Ben bu kadar yıkılmasını beklemezdim. Daha güçlü durabilirdi. Sırf sesini çıkaramadığından perişan oldu adam.

   

  
     Kitabı okurken ara ara Mürşit, Fadıl Efendi'nin kızıyla evlenseydi acaba olaylar nasıl gelişirdi diye düşündüm. İnsanların en güzel anlarının ıstırap çektiği zamanlar olduğunu söylediğinde, herhalde Mürşit Meveddet ile zorla evleniyor ve bu kıza olan aşkı yüzünden evliliği boyunca dağınık, ilgisiz biri oluyor diye düşündüm. Şayet böyle olsaydı Mürşit'e asla hak vermezdim. Kitabın o bölümlerinde Mürşit'in aşkla ilgili söylediği bir şey de vardı:


Şimdi biraz da Zehra'dan bahsedeyim. Zehra; idealist, başarılı, çalışkan ve disiplinli bir genç öğretmen.
Zehra bana gerçekten soğuk geldi ve onu sevemedim. Babasına karşı bu kadar sert tavrı olaması onu en sonunda pişman etti. Ama bazen de Zehra'nın yerinde olsam aynılarını düşünürdüm diyorum. Gerçekten şimdiye kadar yaşadığı şeylerde sanki Mürşit kötü gibi gözüküyor.

       Kitap, beni çok duygulandırarak bitiyor ama ben isterdim ki, kitabın sonunda ağlanacaksa üzüntüden değil mutluluktan ağlansın. Zehra babası ölmeden gidip mektupları okusun, babasının yanında olsun. Gönül ister ki babası ve ablası hiç ölmeseydi. En sonunda kavuşsaydılar. Şimdi bazen Zehra'nın geleceğini düşünüyorum da içinde hep bir "keşke" ve "iyi ki" yle yaşayacak. 
Keşkesi elbette babasını çok geç anlaması, ölümüne yetişememesi yönünde olacaktır. İyi ki  ise İstanbul'a gelmesi ve mektupları okuması yönünde olacaktır.Neyse, ben hiçbir şeyin sonunu değiştiremesem de kurguladım kafamda ufak tefek bir şeyler. 


      Ve son olarak bir kitabın son cümlesi bile sizi derin derin düşünmeye iter mi? Beni itti. Beş-on dakika elimde kitap duvara bakıp düşündüm uzun uzun. Acımayı öğrenmek. Neye acımak ve neye acımayı öğrenmek? Nasıl acımak? Bunları sorguladım önce, sonra yavaş yavaş kitabın başlarını falan düşündüm, öyle aklıma geldi. Zehra acımayı öğrenmekle beraber belki de bir zaaf edindi kendine. Peki bu olaydan sonra öğrencilerine tavrı nasıl olur acaba? Bence artık tam bir öğretmen olur. Kitabın devamı olsaydı Zehra'yı sevebilirdim gibi. Sonuç olarak "acımak" artık aklıma geldikçe üstüne uzun uzun düşündüğüm bir kelime olacak. Kitabı gerçekten beğendim. 







2 Mayıs 2016 Pazartesi

Kitaba Başlamadan




1928 yılında yayımlanan eser; başarılı, idealist, çalışkan fakan acımasız öğretmen Zehra ve babası Mürşit'in bakış açılarından anlatılıyormuş. Kitabı aldığım günden itibaren 1-1,5 ay geçmiş. Ama dürüst olmam gerekirse kitaptan biraz sıkıldığım için okumadım. Artık zamanı da gelmişken -hatta geçiyorken- kitaba başladım.

   Kitapta bilmediğim çok kelime var, ve kitapta bir sözlük de bulunuyor. Bu okuyucunun kitaptan anlam çıkarması için yapılmış olabilir ama bence bazı kelimelere gereksiz bir şekilde sözlük kısmında yer alıyor. Bence zaten hiç sözlük olmamalı. İlkokuldayken, öğretmenimiz anlamını bilmediğimiz kelimeleri işaretleyip sözlükten bakmamızı söylerdi. Yani okuduğumuz kitaplarda sözlük falan yoktu. Anlamını bilmediğim kelimeye sayfanın altındaki yerden bakmak yerine, araştırmayı tercih ederdim. Bağlama göre anlam çıkarayım diyorum, ama mutlaka gözüm sayfanın altında bulunan sözlüğe kayıyor maalesef.

  Neyse, şimdilik Zehra hanımı sevemedim. Sever miyim, onu da bilmiyorum. Hayatta her şey mükemmel olmak zorunda değil ki. Neden bu kadar mükemmeliyetçi bir kadın anlam veremiyorum. Zaafı olan insanlara karşı acıma duygusu yok, zaafı yok  fakat  Tevfik Bey'in dediği gibi "Bir insan için zaaftan mahrumiyet de büyük bir zaaf değil midir? Hatta zaafların en büyüğü."

Yazar Hakkında




27 Kasım 1889'da doğdu. Askeri doktor olan Nuri Bey ile Erzurum valisi Yaver Paşa'nın kızı Lütfiye Hanım'ın oğlu olarak İstanbul'da doğdu. Babasının mesleği nedeniyle çocukluk yılları boyunca birçok il gezdi. İlk öğrenimini Çanakkale'de Mekteb-i İptidai'de yaptı. Daha sonra eğitimine Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) ve İzmir'de bir Frerler okulunda devam etti. 1912 yılında Darülfünun-ı Osmani Ulum-ı Edebiyat Fakültesi'ni bitirdi.
İlk olarak Bursa'da başlayan öğretmenlik hayatına 1927 yılına kadar birçok okulda devam etti. Bu okullar arasında İstanbul Beşiktaş İttihat ve Terakki Mektebi, Fatih Vakf-ı Kebir Mektebi, Akşemseddin Mektebi, Feneryolu Murad-ı Hâmis Mektebi, Osman Gazi Paşa Mektebi, Vefa Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi, Çamlıca Kız Lisesi, Kabataş Erkek Lisesi ve Galatasaray Lisesi bulunmaktadır. Türkçe ve Fransızca öğretmenliğinin yanında 1916 ile1919 yılları arasında Erenköy Kız Lisesi'nde ve Vefa Lisesi'nde müdürlük de yapmıştı. 
Kendisine akciğer kanseri teşhisi konulduktan sonra tedavi için Londra'ya gitti ancak hastalığına yenik düşerek 7 Aralık 1956tarihinde 67 yaşında vefat etti. 13 Aralık 1956'da Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi.